18 Ekim 2014 Cumartesi

Namazların sonunda okuduğumuz tesbih-tahmid-tekbir ve tehlilin fazileti

“Bir gün, başta Hz. Ebû Zerr (r.a.) olmak üzere, muhâcirlerin fakir olanları Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelerek şöyle dediler:

 Yâ Resûlellah, varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler. Çünkü onlar da bizim gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor; ayrıca bizden fazla olarak sadaka veriyorlar. Biz ise veremiyoruz. Onlar köle âzâd ediyor, biz edemiyoruz.

Ashâbından bunları dinleyen Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), onların gönlünü şu mübarek ve müjdeli sözleriyle aldı:

 Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiç kimse sizden faziletli olamaz. Meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsunlar. Her namazdan sonra 33 kere ‘sübhânallâh’, 33 kere ‘el-hamdülillâh’, 33 kere ‘Allâhü ekber’ dersiniz, tamamı 99 eder. Yüzüncüde, “Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît. Ve hüve hayyün lâ yemût. Biyedihi’l-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ dersiniz; günahlarınız, denizin köpüğü kadar da olsa, affolunur.” (1)

Tesbihlerden önce Âyetü’l-Kürsî okunur. Taberânî’nin (rh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte, Kim her farz namazın peşinden Âyetü’l-Kürsî’yi okursa, diğer namaza kadar Allâh’ın zimmetinde olur buyrulmuştur. Hatta bununla beraber İhlâs-ı şerif ve Muavvezeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin de okunacağına dair deliller vardır. Nitekim Fahr-i âlem Efendimiz (s.a.v.), Ebû Ümâmeden (r.a.) rivâyet edilen bir haberde şöyle buyurmuşlardır:

Kim ki her farz namazın peşinden Âyetü’l-Kürsî ile İhlâs sûresini okursa, onun cennete girmesine ölümden başka bir şey mâni olamaz.” (2)

Ukbe bin Âmir (r.a.) de, "Resûlüllah bunu her namazın sonunda, Felak ve Nâs sûreleri ile birlikte okumamı emretti demiştir.

Ulemâdan bazıları, “Bu sûrelerin okunmasında, bir namazdan diğer namaza kadar kötülüklerin def‘edilmesi hususunda büyük sır vardır” diyerek, bunun sebep ve hikmetine dikkat çekmişlerdir.
***
Cem‘u’l-Fevâid’de nakledildiğine göre, Hz. Ali (r.a.), hayatında namazların arkasındaki tesbihleri hiçbir vakit terk etmemiş; sadece Sıffîn Harbi gecesinde bir veya iki namazın arkasında, zarûret hâlinde/mecbur kaldığı için terk etmiştir.

Namazdan sonra yapılan bu tesbih-tahmid ve tekbir'lerin ve tehlil'in sessizce yapılması sünnettir. Çünkü, Asr-ı Saâdet’te ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde zikir ve duâ sesli olarak yapılmazdı. Ancak cemaat câhil olursa öğreninceye kadar seslice, öğrendikten sonra gizlice yapılmalıdır. (3)

İbn Âbidîn rahımehüllah muhallet eseri Reddü'l-Muhtar'da diyor ki:
Namazdan sonra Âyetü’l-Kürsî’yi, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup, 33’er kere sübhânallah, elhamdülillah, Allâhü ekber demek, yüzüncüde tehlil getirip duâ etmek ve duâyı ‘Sübhâne Rabbike Rabbi’l-ızzeti ammâ yesıfûn. ve selâmün ale’l-mürselîn ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn’ ile bitirmek müstehaptır.” 

Hâsılı bütün bunlar, iki cihan serveri Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetidir; bazılarının, “bid‘at ve uydurmadır, Hz. Peygamber’in uygulamasında bunlar yoktur...” gibi eveleyip-gevelemeleri, tamamen zırvadan ibarettir. Zırva ise, atalarımızın tabiriyle te’vil götürmez. O bakımdan bu gibi sözlere kulak asmayıp, duadan önce, yukarıda anlatılantesbih-tahmid ve tekbirleri belirtilen adetlere göre okumak, ardından da tehlil getirmeyi ihmâl etmemek gerekir. Sünnete uygun olan tatbikat budur.


KAYNAKLAR
(1) Müslim, Mesâcid 146; Sübülü’s-Selâm, 1, 198
(2) Sübülü’s-Selâm, 1, 120
(3) el-Fetâvâ’l-Kübrâ, 1, 158

 
 

DUANIN EHEMMİYETİ

"Dua, "kul" olan insanin, "Sultanlar Sultani"nin huzuruna cikip perdesiz ve hailsiz olarak istek ve arzularini dile getirmesidir."
 
Insan, fitrat itibariyle aciz, zayif ve kendisinden daha yuce olup ihtiyaclarina cevap verebilecek birisine muhtac olarak yaratilmistir. Bu ozelliklerinden dolayi hayati boyunca, elde etmek istedigi fakat gucunun yetmedigi seyler icin kendisinden daha buyuk ve yuce olarak kabul ettigi bir kisim ilahlar edinmis, onlara yalvarip yakararak dua etmis ve yardim istemistir.
 
Dua, diger insanlar icin oldugu gibi, Mu’minler icin de cok onemlidir. Cunku dua, bir ibadettir ve kullugun ozudur. Cenab-i Hakk da "Dua edin kabul edeyim" buyurarak bizleri duaya tesvik etmis ve "Duaniz olmasa ne ehemmiyetiniz var!" buyurarak, duanin bizim icin ne kadar onemli oldugunu bildirmistir.
Peygamberlerin Hayatlarinda Dua
 
Peygamber Efendilerimiz ve evliya-i izamin hayatlarina baktigimizda duanin cok buyuk bir ehemmiyete haiz oldugunu goruruz. "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eger bizi bagislamaz ve bize acimazsan, muhakkak ziyana ugrayanlardan oluruz!" diyerek dua eden Hz. Adem (a.s); "..Senden baska ilah yoktur.Senin sanin yucedir, ben zalimlerden oldum" ifadeleri ile inleyip baligin karnindan kurtulan Hz.Yunus(a.s);"Rabbim, bana katindan temiz bir nesil ver. Sen duayi isitensin." nidasiyla Rabbinden "temiz bir nesil" isteyen Hz.Zekeriya(a.s); "Bu dert bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin" eniniyle Rabbinden sifa isteyen Sabir Kahramani Eyyub(a.s) ve diger peygamberler daima Allah’a yalvarmis ve O’ndan imdat istemislerdir. Cunku "…Mulkun sahibi olan, diledigine mulku veren, dilediginden alan; diledigini yukselten, diledigini alcaltan; hayir (mal) elinde olan ve herseye kadir olan" O’dur (c.c). Yine "Ben yenik dustum, yardim et"  diyerek tazarru ve niyazda bulunan Hz.Nuh(a.s); "Rabbim, beni ve zurriyetimden bir kismini namazi kilan yap; Rabbimiz, duami kabul buyur. Rabbimiz, hesabin gorulecegi gun, anami-babami ve Mu’minleri bagisla!" nidalariyla vadileri inleten Hz. Ibrahim(a.s) ve "Allah’im, gucsuzlugumu, za’fimi ve insanlar nazarinda hakir gorulmemi Sana sikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimin! Sen hor-hakir gorulen bicarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. beni kime birakiyorsun? Kotu sozlu, kotu yuzlu uzak kimselere mi, yoksa isime mudahil dusmana mi? Eger bana karsi gazabin yoksa, cektigim mihnetlere, belalara hic aldirmam. Ancak afiyetin arzu edilecek sekilde daha ferah-feza, daha genistir. Ilahi, gazabina giriftar yahut hosnutsuzluguna ducar olmaktan, Senin o zulmetleri paril paril parlatan dunya ve ahiret islerinin medar-i salahi Nur-u Vechine siginirim. Ilahi, Sen razi olasiya kadar Senin affini muhtazirim! Ilahi, butun havl ve kuvvet sadece Senin elindedir." seklindeki ferah-feza ifadeleriyle sikayetini hz.Allah’a arzeden Insanligin Iftihar Tablosu (s.a.s) ayni "Maliku’l Mulk"e teslimiyetlerini dile getiriyorlardi.
 
Her Yerde "O" Var!
 
Insan, karanlik gecelerde-aydinlik gunduzlerde, yazda-kista, dagda-ovada, koyde-sehirde, her nerede ve ne zaman olursa olsun daima kendisiyle beraber olan alemlerin Rabbi’ne muhtactir. Bundan dolayi Mu’min, melce ve mence olarak yalniz O’nu bilir, O’nu tanir ve O’ndan baskasina boyun egmeyi O’na vefasizlik sayar. O bilir ki, "Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin, cunku O, haddi asanlari sevmez. Yeryuzu duzeltildikten sonra onda bozgunculuk yapmayin, korkarak ve umarak O’na dua edin. Muhakkak ki,Allah’in rahmeti iyilik edenlere yakindir"
 
"En guzel isimler Allah’indir. O halde O’na onlarla (o guzel isimlerle) dua edin" "Kafirlerin hosuna gitmese de siz, dini yalniz Allah’a halis kilarak O’na yalvarin."; ".. Bana dua edin, size icabet edeyim (duaniza cevap vereyim)." buyurarak kendisine dua edilmesini emreden Hz. Allah (c.c), kapisina gelip kullugunu ilan eden ve kendisine el acip yalvaranlari huzurundan bos cevirmeyecektir.
 
Dua Ruhun Gidasidir!
 
Insan, duaya muhtactir. Cunku dua, ruhun gidasidir. O, iradeyi kanatlandiran bir buyudur ve mudavimlerinden baskasi da onun bu guclu sirrini anlayamaz. Dua, esbabi aşarak hem hz.Allah’in kudretine itimadi, hem de beseri za’fi ilandir. Demek ki, insanin vazife-i fitriyesi; taallumle tekemmul ve dua ile ubudiyettir. Cunku insan bu aleme, ilim ve dua vasitasiyla tekemmul etmek icin gelmistir.
 
Bir hadisi kutside ifade edildigi gibi; biz genis zamanimizda Allah’i hatirlarsak Allah da bizi hatirlayacak ve Hz. Ibrahimvari en zor ve sebeplerin tamamen sukut ettigi anlarda bize yardim elini uzatacak, atesleri bile berd u selama cevirecektir. Onun icin bizim, gerek sahsi kemalatimiz, gerekse toplumun tekemmulu adina, tam bir teslimiyet icinde her seyi O’na havale edip, yalniz O’na siginmamiz gerekmektedir.
 
Problemlerin Cozum Kaynagi  
Dua butun problemlerin cozum kaynagidir. Kucuk-buyuk butun problemler, hz. allaha havale edilerek ve O’na siginilarak cozulebilir. Zira bizi hic yoktan yaratan ve bize yol gosteren O’dur. Bizi yedirip iciren; hastalandigimiz zaman bize sifa veren O oldugu gibi; bir gun bizi oldurecek ve tekrar diriltecek de yine O’dur. Nerede olursak olalim, bizimle beraber olan O’dur ve nerede, ne yaparsak yapalim butun yaptiklarimizi gormektedir. Dolayisiyla, iyilikleri elde edip kotulukleri def edebilmemiz icin; "Rabbini, icinden yalvararak ve korkarak, yuksek olmayan bir sesle sabah-aksam , gafillerden olma!" emrine uyarak gece-gunduz devamli duayla mesgul olmaliyiz.
 
Rabbin azameti karsisinda aczimizi ve fakrimizi iliklerimize kadar hissederek kalp kapilarimizi O’na acmali; Veysel Karani gibi,"Ilahi! Sen benim Rabbimsin ben de kulunum. Sen, Halik’sin, ben de mahlukum. Sen Razik’sin, ben merzukum. Sen Malik’sin, ben memlukum. Sen Aziz’sin, ben zelilim. Sen Zengin’sin, ben fakirim. Sen Veren’sin, ben dilenciyim. Sen dualara icabet eden’sin ben de dua edenim" demeli ve hacalet icinde Hakk’in kapisinda azad kabul etmez bir kul oldugumuzu ilan etmeliyiz. Ne basarilar bizi simartip O’nu unutturmali; ne de musibetler O’na karsi isyana vesile olmalidir. Kul, daima Sultan’in kapisinda kullugunun idrakinde olmali ve O’ndan gelen her seyi cana safa bilmelidir.
 
Iradenin Guc Kaynagi
 
Dua, zaman ve hadiselerin butun yipraticiligina karsi insan iradesine guc ve kuvvet kazandiran temel dinamiklerden birisidir. Insan, dua sayesinde esya ve hadiselerin bogucu atmosferinden ferah-feza bir iklime kavusur; kendisini bir kere daha yeniler ve metafizik gerilime gecer.
 
Dua, şer kapilarini kapatip hayir kapilarini acan tilsimli bir anahtardir Mu’min icin. Ayni zamanda dua, ilahi inayetin devamliligi icin gerekli olan hamd, sukur, tesbih u ta’zim ve istigfar icin kelimelerle örulmus zebercet bir kiliftir. Bundan dolayi nimetler arttikca, kendi acziyetimiz altinda kalip ezilmememiz icin dualarimizin da artmasi gerekir. Cenab-i Hakk, fetihle istigfari birbiriyle irtibatlandirmis ve Efendimiz (s.a.v)’e; "Allah’in yardimi ve fetih geldigi ve insanlarin dalga-dalga Allah’in dinine girdiklerini gordugun zaman, Rabbini overek tesbih et, O’ndan magfiret dile" buyurmustur. Efendimiz (s.a.v) de hayati boyunca sabah-aksam "Ya Hayyu ya Kayyum, Senin rahmetini dilerim. Butun ahvalimi islah eyle ve goz acip kapayincaya kadar olsun, beni nefsimle basbasa birakma";
"Allah’i tesbih ederim, hamdler Allah’adir, Allah’tan baska ilah yoktur. Allah en buyuktur." diyerek dua etmis, Allah’a olan minnetini tesbih ve tazimlerle dile getirmistir.
 
Bir hadis-i serifin ifadesiyle "Allah, (dua edip) kendisinden (bir seyler) istemeyene gadap eder." Insana isteme duygusunu veren Cenab-i Hakk, ibadetler icinde en halis olani diyebilecegimiz duaya karsilik verecek ve kulunun isteklerini yerine getirecektir. Hele Rabb’ine en yakin oldugu secdeye basini koyup; gozyaslari, hislerine tercuman olunca, Alvarli’nin "Keremkare yakisir mi, kerem kesmek gedalerden?" dedigi "Keremkar", kuluna rahmetiyle tecelli buyurup onu mahzun etmeyecektir.
 
Dua Hakkinda Bir Kac usul
 
Kavli, fiili ve hali gibi cesitlere ayrilan duanin muessiriyeti acisindan uyulmasi gereken bir kisim prensipleri vardir. Bunlari maddeler halinde şu sekilde ozetleyebiliriz:
 
1- Herseyden once, dua ile istenecek mevzuda, sebepler adina yapilabilecek her sey yapilmali.
 
2- Dua, sıdk ve samimiyetle, mubarek zaman ve mekanlarda yapilmaya calisilmali.
 
3- Duada denge korunarak istenilen şeyin Allah’in rizasina ve hikmetine uygun olmasina dikkat edilmeli.
 
4- Kur’an’ı kerimde bize ogretilen ve Efendimiz (s.a.v)’den rivayet edilen ifadelerle dua etmeye calisilmali.
 
5- Duada, hz.Allah adina yapilan en halis isler, şefaatci yapilmali.
 
6- Dua, acz ve fakr icinde, kalbin kirik oldugu, gonlun panjurlarinin ötelere acik oldugu anlarda yapilmali.
 
7- Dua edilecegi vakit, once istigfar ile temizlenerek makbul bir dua olan salavat-i serifeyi sefaatci olarak zikretmeli ve duaya yine salavatla son verilmeli.
 
8- Salih kisilerden dua istenmeli.
 
9- Namazlarin ardindan, Cuma gunu, Kabei muazzama goruldugu zaman, gurbette iken, hasta iken yapilan dualarin; anne-babanin evladina, Mu’minin Mu’mine yaptigi dualarin kabul edilme ihtimali yuksek dualar oldugu bilinmeli ve cok iyi degerlendirilmelidir.
 
Dua, "kul" olan insanin, "Sultanlar Sultani"nin huzuruna cikip perdesiz ve hailsiz olarak istek ve arzularini dile getirmesidir. Insan, dua sayesinde  yukselir.. yukselir ve "kendisine sah damarindan daha yakin olan"a muhatab olma ve "Sen" diyebilme serefine erisir.
 
..Ve Bir Dua Kahramani
 
Hakk’a yakin bazi kullar vardir ki, onlarin dualarina melekler istirak ederek "amin" der ve Hakk katinda hemen kabul gorur. Iste Asim b. Sabit(r.a), kendisi gibi daha niceleriyle birlikte, iman ettikten sonraki butun hayatini, Allah ve Rasulu’nun yolunda gecirip her seyini bu yolda feda eden dua kahramanlarindan sadece birisidir.
 
Asim b. Sabit (r.a), Akabe Biati’ndan once Musluman olmus bir sahabiydi. Bedir savasina katilmis ve musriklerden bir cogunun canini almisti. Uhud savasindan sonra Rasulullah’a gelerek kendilerine Islam’i ogretecek bir heyet gonderilmesini isteyen Adel ve Kare kabilelerine, beraberindeki heyetin kumandani olarak Rasulullah’in emriyle teblig icin yola cikmis ve yolda tuzaga dusurulmuslerdi. Kendilerini Mekke musriklerine satip para kazanmak isteyen bu insanlar tarafindan Reci mevkiinde cevreleri sarildi. Hz. Asim (r.a) yanindakilerle birlikte musriklere karsi savasti ve oklari bitince kilicini siyirip, "Allah’im! Ben, gunun basinda Senin dinini korudum. Sen de, gunun sonunda benim vucudumu koru! Cesedime musrikleri dokundurma!"diyerek dua etti. Daha sonra musrikler, Asim b. Sabit (r.a) basta olmak uzere yedi arkadasi sehit ettiler. Musrikler, Hz. Asim’in basini kesip, Bedir’de oldurdugu Sa’d b. Suheyd’in kizina goturerek ondan mukafaat almak istiyorlardi. Fakat birden Hz. Asim’in etrafinda bir ari toplulugu zuhur etti ve Asim’in(r.a) cesedine yaklasanlarin yuzlerine, gozlerine yapisarak onlarin cesede yaklasmalarina mani oldu.Kafirler, ne yapacaklarini dusunduler ve sonunda aksami bekleyip arilar dagilinca Hz. Asim’in basini kesmeye karar verdiler. Ancak aksam olunca, nerede olursa olsun her seye nigahban olan Cenab-i Hakk, aniden siddetli bir yagmur yagdirdi ve yagmurla meydana gelen sel, Hz. Asim’in (r.a) cesedini alip bilinmezlere dogru goturdu. Sagliginda vucuduna musriklerin necis ellerinin degmesine kendisi mani olan Asim b. Sabit’in(r.a)  vucudu, sehid edildikten sonra da O’nu duyup duasina icabet eden Allah (c.c) tarafindan korunmustu.
 
Dua konusunda yuce Rabbimiz soyle buyuruyor: "Habibim, kullarin sana benden sorunca haber ver ki, ben onlara yakinimdir. Bana dua edince ben dualarini kabul ederim." (Bakara-186)
 
Peygamber efendimize;  "Hangi dua daha kabuldur diye soruldugunda – Gecenin ortasinda ve bes vakit namazdan sonra yapilan duadir" buyurmuslardir. (Tirmizi, Daavat,3421/3503)
 
Allah(c.c.) Hz. Musa’ya: "Ya Musa, bana gunahsiz bir agizla dua et" buyurdu. Musa (a.s.) "Ya Rabbi, nasil gunahsiz bir agizla dua edeyim, benim oyle bir agzim yok ki" dedi. Allah u Teala "Baskalarinin agziyla dua et, cunku sen baskalarinin agziyla gunah islemis olmazsin. Oyle hareket et ki, insanlar gece gunduz sana dua etsinler. veya kendi agzini temizle. Allah’in (c.c.) adi temizdir, onu zikreden agiz temizlenir." buyurdu.

KELİME-İ TEVHÎD, SEMÂVÂT VE ARZDAN AĞIRDIR

“Nefis, azgınlık ve inâtta ve Allâhü Teâlâ’ya verdiği ahdi bozup imanı ve insanları ifsad etmekte devam ettiği müddetçe, kişinin imanını kelime-i tevhîdi tekrar ederek tecdîd etmesi, yenilemesi lazımdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Îmânınızı ‘Lâ ilâhe illallâh’ diyerek kelime-i tevhid ile yenileyiniz.” buyurmuştur.

Muhakkak bu Kelime-i Tevhîd’i her zaman tekrar etmek lazımdır. Zira nefis, devamlı şer ve fesâd peşindedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kelime-i Tevhid’in faziletine dair şöyle buyurmuştur: “Gökler ve yerler terazinin bir gözüne konulsa, kelime-i tevhîd de diğer gözüne konulsa, Kelime-i Tevhîd’in olduğu kefe muhakkak diğerinden ağır gelir…” (Mektûbât-ı Rabbânî, 1/52)

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, müritlerinden iki kişinin vefat haberi üzerine, arkadaşları ve dostlarının her biri için ayrı ayrı yetmiş bin defa kelime-i tevhîdi okumalarını ve sevaplarının da ayrı ayrı ruhlarına hediye edilmesini tavsiye buyurdular. (Mektûbât-ı Rabbânî, 2/14)

Kelime-i tevhid hatmi: Kelime-i Tevhid ‘lâ ilâhe illallah’ dır. Bu tevhid yetmiş bin defa okunup vefat eden kimsenin ruhuna hediye edilir. Nitekim İmâm-ı Râbbânî hazretleri Mektûbât-ı şerîfesinin 2. cilt 14. mektubunda hatmi tavsiye etmiştir.

Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Kim yetmiş bin defa Lâ ilâhe illallâh derse ölmeden önce cennet ile müjdelenir.

Dua Nasıl Edilir !

Seni (r.h.) hazretleri buyurdular:

"Kulun ancak Mevlâsi vardır.

Mevlâ'ya dönebilmek için her hâlini ihsan üzere bulundur. Şöyle ki:

Kul, Allah'a âsi olduğu zaman, şöyle dua etmelidir:

"Ya Rabbi! Ayıblarımı ört!"

Duası kabul olunup suç ve ayıplan örtüldüğü zaman;

"Ya Rabbi! Tevbemi kabul buyur!" diye dua eder.

Tevbesi kabul olunduğu zaman da, şöyle dua eder:

"Yâ Rabbi! Beni muvaffak kıl ki, sâlih amel işleyeyim!"

Salih ameller işlemeye muvaffak olduğu zaman da, şöyle dua etmelidir:

"Ya Rabbi! Beni muvaffak kıl ki, ihlâslı olayım!"

İhlâs ile sâlih amel işlediği zaman, sonunda şöyle dua eder:

"Ya Rabbi! Benden kabul buyur!"

Akıllı kişiye gereken, bu sağlam ipe yapışmaktır...

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/668.

EN BÜYÜK İSTİĞFAR: TESBİH NAMAZI

Allâhü Teâlâ nezdinde sözlerin en sevimlisi dörttür: Sübhânallâh, velhamdülillâh ve Lâilâhe illallâhu, vallâhü ekber.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Müslim)

EN BÜYÜK İSTİĞFAR: TESBİH NAMAZI

Tesbih namazı tevbenin, istiğfârın en büyüğü ve bütün vücutla yapılanıdır.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), amcaları Hz. Abbâs'a (r.a.) hitâben tesbih namazı ile alâkalı şöyle buyurmuşlardır:

Ey amca! Sana on (çeşit günahını silecek) şey(i) haber vererek ikrâm etmiş olayım ki, onu işlediğin vakit günâhının evveli ve âhiri, yenisi ve eskisi, hatâ ile ve kasden yapılanı, küçüğü ve büyüğü, gizlisi ve âşikâr olanı mağfiret edilmiş olsun. Dört rek’at namazı kılarsın... Gücün yeterse bu namazı her gün kıl. Her gün kılamazsan ayda bir kere kıl. Onu da yapamazsan senede bir, onu da yapamazsan ömründe bir kere kıl.

Tesbîh namazı 4 rek’attir. Bu namazda 300 defa şu tesbih okunur:

“Sübhânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil-azîm.”

Bu tesbih, namaz içinde şu kadar okunur:

15 kere, Sübhâneke'den sonra (Fâtiha'dan önce),
10 kere, zamm-ı sûreden sonra,
10 kere, rükûda, (tesbihlerden sonra)
10 kere, rükûdan kalkınca ayakta (kavmede),
10 kere, birinci secdede, (tesbihlerden sonra)
10 kere, iki secde arasındaki oturuşta (celsede),
10 kere, ikinci secdede. (tesbihlerden sonra)

Birinci rek'atte okunan tesbihlerin adedi 75'tir.

İkinci rek'atte aynı sıralama ile yine 75 defa okunur.

Üçüncü ve dördüncü rek’atler de böyle kılınır. Birinci kâdede (oturuşta) tahiyyattan sonra salli ve bârik, üçüncü rek'ate kalkınca önce sübhâneke okunur.

Tesbih namazı, kılınması teşvik edilmiş bir namazdır. Bunu alışkanlık hâline getirmek müstehaptır. Kılmasını bilmeyenlerin istifâde etmesi maksadıyla cemaatle de kılınabilir.

Kaynak : (Muhtasar İlmihal, Fazilet Neşriyat)

KULUN ALLAH'I SEVMESİNİN BELİRTİLERİ

Kulun Allah 'ı sevmesi, Allah'ın kulunu sevmesinin alametidir. Kuş kusuz, Allah 'ı sevdiğini herkes iddia eder. Fakat Allah'ı sevdiğini söyleyen kişi,davranışlarıyla da bu iddiasını belgelemelidir. Eğer böyle değilde iddiası sadece sözde kalıyorsa, bu nefsinin kendisini aldatmasından, nefsinin kendisine bir hilesinden başka bir şey değildir.

Sevgi; kökü sağlam, dalları göklere doğru yükselmiş muazzam bir ağaç gibidir. Bu sevgi ağacının meyveleri gönüllerde, dil ve azalarda marifet ve zikir şeklinde meydana gelir. Bundan da amel doğar. Böylece hal, dil ve azalarda meydana gelen marifet, zikir ve amel; dumanın ateşe, meyvenin ağaca delalet etmesi gibi muhabbete delalet ederler.
Sayılamayacak kadar çok olan bu alametlerden biriside, seven kişinin sevdiği Allah'ına ulaşmasına engel olan ölümü sevmesidir. Gönlün, sevdiği kimseye meyledip de onu görmeyi arzulamasın diye bir şey düşünülemez.
Muhakkak ki gönül sevdiğini görmek ve ona kavuşmak ister. Sevdiğine ölmeden kavuşamayacağına inanırsa, ölümü de sevmesi, ondan kaçmaması gerekir. Çünkü seven bir insan, sevgilisine ulaşıp onu görmek, onunla sohbet etmek zevkine ermek için, yurdundan göç etmek ona zor gelmez.
Ölüm ise, sohbet edip konuşmanın anahtarı, içeri giripte görmenin kapısıdır.

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'e şöyle nasihat etti:
"Hak, ağırdır. Ağır olduğu kadar aynı zamanda acı ve faydalıdır. Batıl ise hafiftir. Hafif olduğu kadar da belalı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan;
senin için, henüz ulaşamadığın, gaybde bulunan ve mutlaka sana erişecek olan ölümden daha sevimli bir şey olamaz. Tavsiyeme uymazsan, o vakit senin için ölümden daha çok nefret edeceğin bir şey olamaz. Halbuki ona engel olmaya da gücün yetmez."

Sevri ve Bişr-i Hafi diyorlar ki:
"Ölümü, ancak kuşku içinde olan kimseler sevmez. Çünkü ne pahasına olursa olsun, dost , dostuna ulaşmayı çirkin görmez."

Buveyt i Hazretleri, zahidlerden birine: "Ölümü sever misin?" diye sordu.
Zahid, bir an duraklar gibi olunca, Buveyti hemen: "Eğer sen gerçek zahidlerden, sadıklardan olsaydın, ölümü severdin." dedikten sonra
Allah-ü Teala şu ayet -i celilesini okudu:
"Eğer siz gerçekten doğru sözlü iseniz, o halde ölümü istesenize."
(Bakara sures i, ayet : 94)
Buveyti'nin böyle demesi üzerine zahid, hemen Resulullah Efendimizin
"Sizden hiç biriniz, ölümü temenni etmesin." hadis -i şerifini okudu. Bunun üzerine Buveyti şöyle dedi:
"Resulullah Efendimiz, bu hadisi sıkıntı ve ızdıraplar karşısında kalanlar için buyurmuştur. Yani bu gibi üzücü durumlar karşısında ölümü arzu etmeyin demek is temiştir. Çünkü Allah'ın kazasına rıza, kazasından kaçmaya yönelmekten daha makbuldür."
Buna göre ölümü sevmeyen bir kimsenin Allah 'ı sevdiği düşünülebilir mi?
Diye sorarsan, şunu bilmeni isterim ki; ölümden hoşlanmamak, bazen dünya sevgis inden, mal, evlat , aile ve akrabadan ayrılma üzüntüsünden ötürü olur. Bunlar da tam anlamı ile Allah'ı sevmeye engeldir. Çünkü gerçek sevgi, gönlün her tarafını kaplayıp başka sevgiye yer vermemesi demektir. İnsanlar, Allah 'ı sevmekte farklıdırlar.
Buna, Huzeyfe (R.A.)'ın rivayet ettiği hadis -i şerif delalet eder. Kureyş 'in en asillerinden olan Ebu Huzeyfe (R.A.), kız kardeşini azadlı kölesi Sâlim'e verdiği zaman, Kureyş hemen kendisini kınadı ve: "Hiç böyle asil bir kız, öyle bir köleye verilir mi?" diyerek azarladı. Bunun üzerine Huzeyfe (R.A.) şöyle cevap verdi:
- Ben kızkardeşimi ona verirken, yemin ederim ki; onun kızkardeşimden çok
daha üstün olduğunu bildiğim için verdim.
Huzeyfe'nin böyle demesi karşısında daha çok kızan Kureyş , adeta çılgına döndüler ve şöyle dediler:
"Nas ıl olur?"
Huzeyfe (R.A.):
- Ben Resulullah Efendimizin, Sâlim hakkında şöyle buyurduğunu işittim:
"Bütün kalbi ile seven kimseye bakmak isteyen, Sâlim'e baksın."
İşte bu hadis -i şerif, bütün kalbi ile Allah'ı sevenlerin bulunduğuna, bununla birlikte Allah 'ı sevdiği gibi başkalarını da sevdiğine işarettir.
Şüphesiz herkes , sevgisi nispetinde mükafatlandırılacaktır. Dünyadan ayrılmas ındaki azabı da, dünyaya olan sevgisi nispetindedir.
Bunun haricinde ölümden hoşlanmamanın diğer bir sebebi de, kişinin sevgi makamına henüz yeni yükselmiş olmasıdır. Bu kişi, aslında ölümü çirkin görmüş değil, sadece Allah'a kavuşmaya gereği gibi hazırlanmadığı için ölümü istemez. Bu hal ise sevgisinin azlığı anlamına gelmez. Tabii her şeyde olduğu gibi, burada da iş lafla bitmez. Bunun alameti o kişinin hal ve hareketleri ile ölüme hazırlanmasında görülür.
Bunlar ise; Allah'ın sevdiğini kendi sevdiğine tercih etmektir. Şeriatın emirlerini yerine getirmek, nefsin arzularına uymamaktır. Gaflete dalmamak, nafilelerle daha çok ibadat -u taatta bulunarak sevgilisi tarafından daha çok sevilmesini arzu etmekt ir. Her an Allah'ın rızasını istemek gibi hususları yerine getirmektir.
Evet , Allah'ı seven O'nun sevgisi karşısında nefsinin arzularını terkeder.
Yüce sevgi; tüm arzulardan geçip, sevgiliden başka hiçbir şeyden zevk alınmadığı an meydana gelir.

Züleyha iman edip Yusuf (A.S.) ile ev lendikten sonra Yusuf (A.S.) dan vazgeçerek sadece Allah'a ibadetle meşgul olduğu rivayet edilir. Züleyha, Allah'a olan ibadet inde öylesine ileri gitti ki, Yusuf (A.S.), onu gündüz yatağına davet ettiği zaman, onu geceye bırakırdı. Gece olunca da, gündüze ertelerdi. Yus uf (A.S.)'a:
"Ben, bilmeden seni seviyordum. Allah 'ı bulduktan sonra, artık O'ndan başka kims eye sevgim kalmadı. Ben, Allah'a bedel arayacak değilim." dedi.
Bunun üzerine Yusuf (A.S.) Züleyha'ya:
"Benim bu davetim de Allah'ın emridir. Çünkü Rabbim bana senden peygamber olacak iki oğlumuzun doğacağını haber verdi." dedi.
Züleyha:
"Mademki Hak Teala'nın bir emridir ve beni bunlara sebep kılmıştır, o halde ben de O'nun emrine itaat ediyorum." dedi.
Demek ki, Allah'ı seven, O'na isyan etmez.

Şair diyor ki:
"Arzuların karşısında ben isteklerimi terkediyorum. Bu, beni sıksa da,senin razı olacağın herşeye karşı ben razı olurum."
Sehl diyor ki:
"Sevginin alameti, sevgilini kendi nefsine tercih etmendir. Her itaat eden sevgili olamaz."
Gerçekten de kişinin, Allah'ı sevmesi, Allah'ın kendisini sevmesine sebeptir.
Allah-ü Teala, onu kendisi için lüzumlu kılar ve düşmanlarına karşı ona üstünlük sağlar. Kulunun düşmanları ise, nefsi ve şehvetidir. Allah (C.C.), onu terkedip şehvet leri ile kendi haline bırakmaz. Bunun için Allah (C.C.) şöyle buyurmuş tur:
"Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir. Allah, size dost olarak da, yardımcı olarak da yeter." (Nis a sures i, ayet: 45)

Eğer sen; isyan, sevginin zıddı olur mu? dersen, isyan, sevginin değil, kemalinin zıddıdır derim. Nice kimseler varki, kendilerini sevdikleri halde, vücutları hastadır. Ve yine nice kimseler vardır ki, sıhhatli olmayı arzu ettikleri halde, sıhhat lerine zararlı olan şeyleri bilerek yemekten de geri kalmazlar. Bunların bu davranışları, kendilerini sevmediklerine işaret olmaz.
Ancak marifetleri zayıf, buna karşın şehvetleri galip olduğu için, sevgilinin hakkını tam anlamı ile yerine getiremiyorlar.
Nuaym hakkındaki Resulullah Efendimizin şu mübarek sözü bunu açıkça gös terir.
Nuaym, içki müptelasıdır. Zaman zaman yakalanır ve cezalandırılır. Bir keresinde sarhoş olarak Resulullah Efendimizin huzuruna getirilip cezalandırılınca, ashabdan birisi şöyle der: "Lanet olası, ne kadar içki içiyor."
Bunu n üzerine sevgili Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ona lanet etme. Çünkü o, Allah ve Resulünü sever."
Bu sözleriyle Resulullah Efendimiz, Nuaym'ın bu isyanının, onu sevgiden ayırmadığını bildirmiştir.

Evet , kişi isyan ile, gerçek sevgiden çıkmış olamaz. Ancak sevginin kemalinden çıkmış olur.
Nitekim gerçek Allah dostlarından birisi şöyle diyor:
" İman, kalbin yalnız dış kısmına kadar girebilmişse, bu sevginin sahibinin Allah'a olan sevgisi orta derecededir. Eğer sevgi kalbin özüne inmişse, o vakit bunun sahibinin Allah'a olan sevgisi tam sevgidir. Böyle kişiler, Allah 'ı tam anlamı ile sever ve isyanı terkeder."

Sözün kısası, sevgi iddiasında bazı sakıncalar vardır. Çünkü Fudayl:
"Sana Alalh'ı seviyor musun? dediklerinde, sükut et!" demiş tir. Nedenini ise şöyle belirtmiştir:
"Allah'ı sevmiyorum demek küfürdür. Seviyorum dersen, tutumun sevenlerin tutumu değildir. O yüzden en iyisi sükut etmendir."

Sevginin alametlerinden biriside, devamlı olarak Allah 'ı kalp ve dil ile anmaktır. Onun yüceliğini düşünerek zikretmektir.
Çünkü bir şeyi çok seven, onu çok anar. Demek ki, Allah 'ı sevmenin bir alameti de, O'nun zikrini sevmek, kelamı olan Kur'an-ı Kerim'i sevmek, Peygamberini ve O'na nispet edilen her şeyi sevmektir.

Bir adamı seven, onun köpeğinide sever. Çünkü sevgi kuvvetlenince, sevgilisinin et rafında bulunan her şeyede geçer. Gerçekte bu, sevgide ortaklık anlamına gelmez. Çünkü sevgilisinin elçisini ve mektubunu seven bir insan, gerçekte sevgilisini sevmektir. Bunun için Allah sevgisi kalbinde üstün olanlar, Allah 'ın bütün yaratıklarını sevreler. Onlar, O'nun yaratığı olduğuna göre, nasıl kelamı olan Kur'anı sevmesinler. Ve nasıl sevmesinler,
O'nun Peygamberlerini, salih kullarını?...
Bunun için sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Allah'ı, size verdiği nimetlerden dolayı seviniz. Beni de, Allah için, Allah beni sevdiği için, seviniz."
Süfyan diyor ki:
"Allah'ı seveni seven, Allah'ı sevmiş olur. Allah'a ikram eden, Allah'a ikram etmiş olur."
Müridlerden birisi diyor ki:
"Ben, irademe sahip olduğum yaşta, Allah ile münacaatın zevkine vardım.
Bunun için gece gündüz devamlı olarak Kur'an okumaya başladım. Sonra
nasıl olduysa bana bir tembellik geldi, Kur'an 'ı okumayı bıraktım. Bunun ardından bir gece bana rüyada şöyle denildi: "Beni sevdiğini sanıyorsun.
O halde neden benim kelamımı okumayı bıraktın? Benim oradaki ince kınamalarımı düşünmedin mi hiç?" Uyanır uyanmaz hemen Kur'an'a koştum.
Ve onu bir daha elimden hiç bırakmamak üzere elime alıp okumaya ba şladım. Böylece Allah sevgisi yeniden kalbime doğdu ve bende eski hâlime dönmüş oldum."

Sevginin bir başka alameti ise, tenhada iken Allah ile ünsiyet edip O'na yakarmak, Kur'an-ı Kerim okumak, gecenin karanlığını ganimet bilerek huzur içinde ibadet etmektir.
Sevginin en aşağı derecesi ise, sevgili ile tenha yerde başbaşa kalmaktan zevk almaktır.
Allah'a münacaattan çok uyku veya başka şeylerden zevk alan kimsenin
Allah sevgisindeki iddiası nasıl doğru olabilir?

İbrahim Ethem hazretleri bir gün dağdan şehre indi. Kendisine "Nerden
geliyors un?" diye soranlara: "Allah ile münacaattan geliyorum" diye cevap
vermiştir.
Allah'tan başkası ile ilgisi olan bir kimse, ilgisi nispetinde Allah'tan uzaklaşmış ve sevgi derecesinden düşmüş olur.
Berh kıssasında şöyle denilmektedir:
Berh, Musa (A.S.)'ın su istediği siyah bir köledir. Allah (C.C.), Musa (A.S.)'a:
"Berh, benim için, çok sevimli bir kuldur. Ancak onun bir tek kusuru vardır" diye buyurduğunda, Mus a (A.S.):
"Onun kusuru nedir ya Rab?" diye sordu .
Hz. Allah:
"Seher rüzgarı, onun hoşuna gider. Ondan adeta zevk alıp huzur bulur.
Oysa beni seven, benden başka hiçbir şeyden zevk alıp huzur ve sükun
bulamaz." diye buyurur.
Evet , sevginin alamet lerinden biri olan ünsiyyet ; sevgilisine hitap edip onunla gizli konuşan gibi, akıl ve basiretini münacaatın zevkine kaptırıp tamamen yakarışın zevkine dalmak demektir. Gerçekten bu zevke varanlar olmuştur. Namazda iken evi yandığı halde farkına varmayanlar, namazda iken sakat olan ayağı kesildiği halde acısını duymayanlar vardır. Böylece kendilerine sevgi ve ünsiyyet üstünlüğü gelen kimseler için, tenha yerler ve gizli görüşmeler gözbebeği olmuştur. Bu hale erişen kimseler bütün sıkıntılarını atarlar. Hatta Allah ile olan sevgi ve ilişki onların kalplerine öylesine sarar ki, top patlasa onlar yine hiçbir şey duymaz ve dünya
işlerinden hiçbir şey anlamazlar. O, Allah aşkı ile yanıp tutuşan bir aşıktır.
O, sevdiğine hayrandır. Dili ile insanlarla konuşurken, kalbi ile Allah'a bağlı ve O'nu zikir ve fikirle meşguldür.
Seven, ancak sevdiği ile huzura kavuş abilir.
Hz. Allah buyuruyor ki:
"Onlar, o inanmışlar, kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah 'ı anmakla huzura kavuşur." (Ra'd sures i, ayet : 28)

Allah-ü Teala, Davud (A.S.)'a şöyle vahiy buyurmuş tur:
"Beni sevdiğini iddia eden kimse, gece yatar uyursa , yalan söylemiş olur.
Herkes sevgilisini tenhalarda arayıp bulmak istemez mi? işte ben, gece
vakti beni arayanlar için hazırım."
Allah 'ı sevmenin alamet lerinden biri de, Allah'tan başka kaybettiği hiçbir
şeye üzülmemek, fakat Allah'ı anmaksızın ve ibadetle meşgul olmaksızın
geçirdiği her an'a üzülmektir.

Allah dostlarından biri diyor ki:
"Allah'ın öylesine kulları vardır ki, onlar yalnız Allah 'ı sevip O'na bağlandılar. O'nunla huzura kavuştular. Onlar dünyadan tamamen ilgilerini kesip dünyalıktan kaybettikleri şeyler karşısında üzülmediler. Çünkü sahiplerinin, yaratanlarının mülkünün tam olduğunu, ancak O'nun dilediğinin olacağını bilirler. Kendilerine ayrılanın ellerine geçeceğini, ellerine geçmeyenin ise Allah 'ı tedbiri ve takdiri olduğunu bilirler.
Seven, sevgilisinden başka bir şey görmez ve her şeyi O'ndan bilirse,
kendisinde üzüntü ve kuşkunun eseri kalmaz. Her şeyi gönül hoşluğu ve
rızası ile karşılar. Sevgilisinin kendisi hakkında ancak hayırlı olanını takdir
ettiğini bilerek, Allah'ın: "Umulur ki, çirkin gördüğünüz şey, sizin için hayırlı olur."
(Bakara sures i, ayet : 216) ayet -i celilesini hatırlayıp teselli bulur.

Allah 'ı sevmenin alametlerinden biriside, ibadeti bir nimet bilip, ondan ağırlanmamak ve onun yükünü kaldırmaktır. Zatlardan birisi: "Yirmi yıl uğrunda zahmet çektim, yirmi yıl da zevklendim." demiştir.
Bir baş ka zat ise:
"Sevgi üzerinde yapılan amel'e tembellik girmez." demiştir.
Allah 'ı sevmenin bir başka alameti ise, Allah'a kulluk edenlere karşı şefkatli
ve merhametli davranmak, Allah'ın düşmanlarına ve rızasına uymayan hareketlerde bulunanlara karşı da şiddetli davranmaktır.

Allah-ü Teala velilerini:
"Onlar, tıpkı bir çocuğun bir şeye zorlandığı gibi beni sevmek için zorlanırlar. Kuşun yuvasına yönelmesi gibi, onlar benim zikrime yönelirler.
Kaplanın öfkelendiğinde kızması gibi, harama kızarlar. Karşısındakilerin az veya çok olmasına da aldırış etmezler." diye buyurarak tavsif etmiştir.
Evet , bütün bu saydıklarımız, Allah'ı sevmenin alametleridir. Bu alametler kimde tamamlanmışsa, onun sevgisi de kemalini bulmuş ve tertemiz olmuştur. Bu gibi kims elerin ahirette içecekleri şerbet de, sevgileri gibi tertemiz ve tatlı olacaktır. Onların huzur ve refahları son haddine varmıştır.
Allah sevgisinin yanında kalplerine başka sevgileride karıştıran kimseler, kuş kusuz sevgileri nispetinde istifade edeceklerdir. Çünkü onların şerbetine de, gerçek Allah dostlarının şerbetinden karıştırılmıştır.
Ayet -i celilede:
" İyiler kuş kus uz, nimet içindedirler." (infitar sures i, ayet : 13)
bu yrulmuş tur.
Bir diğer ayet -i celilede ise:
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onun karşılığını görür ve yine kim zerre
kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür."
(Zilzal sures i, ayet: 7, 8) diye buyrulmuş tur.
Bir başka ayet -i celilede:
"Bir millet , kendini bozmadıkça, Allah onların durumunu değiştirmez."
(Ra'd sures i, ayet : 11) diye buyrulmuş tur.
Yine bir başka ayet -i celilede de:
"Şüphe yok ki; Allah, zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik olsa, onu kat kat artırır." (Nis a sures i, ayet: 40) diye buyrulmuş tur.

Sırf cennete girip onun nimetlerinden yararlanmak için dünyada ibadet eden ve bunu arzu edip seven kimselerin zevki, ahirette de bu kadarla sona erer. Çünkü sevgi bakımından insana, nefsinin istediği, gözünün zevklendiği şeyler verilir. O kimse, cenneti ve cennet içindekileri isteyip onlar için çalıştığına göre, onları alır. Fakat evi, mülkü, cenneti ve cennetin içindekileri değil de, sadece onların yaratanı, sahibi olan Hz. Allah'ı isteyen samimi ve tertemiz bir kalp ile O'nu seven, O'na bağlanan kims eye gelince, o, Allah katında malum olan sadakat koltuğuna oturtulur.
İyiler cennetin bahçelerinde, köşklerinde zevklenirken, Allah'ı sevenler ise O'nun çevresinde olur, O'na yönelir ve gözlerini O'na dikerler. Onlar cennetin tüm nimet lerini Yüce Allah'ın cemalini görmenin bir zerresiyle değişmezler.

Allah 'ı sevmenin bir başka alameti de, korkmak, Allah'ın azameti ve heybeti
karşısında hor ve hakir olmaktır. Bazıları korkunun, sevginin zıddı olduğunu söylerlerse de, bu yanlış bir şeydir. Çünkü güzelliği anlamak sevgiyi gerektirdiği gibi, Allah'ın büyüklüğünü anlamak da korkuyu gerektirir. Sevgi makamında başkalarında olmayan korkular da vardır. Hatta bir kısım korkular, diğer korkulardan daha şiddet lidir.
İlk korkuları, Allah (C.C.)'ın onlardan yüz çevirme korkusudur. Bundan önemlisi Allah ile aralarına perde girmesi, daha önemlisi de, Allah'tan uzaklaştırılma korkusudur.
Uzaklık korkusunun verdiği heybetin gönüllerde büyümesi, daha çok yakınlık zevkine varıp onunla ülfet edenlerde görülür. Uzaklığa alışkın olanlar, yakınlık nimetine ulaşamazlar. Yakınlığın eşsiz zevkine varamadığı için de uzaklık kendileri için korkulacak ve üzülünecek bir husus değildir.
Uzaklık korkusundan sonra, seven gönüllere, olduğu yerde kalıp ilerleyememe korkusu gelir. Çünkü yakınlık derecesinin sonu yoktur. Kula layık olan ise, her nefes te biraz daha Allah 'a yaklaşmaya gayret etmektir.

Resulullah Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Kalbime öylesine şeyler gelir ki, bundan dolayı gece gündüz Allah'a
yetmiş defa istiğfar ederim."
Resulullah Efendimizin tövbesi, birinci kademedendi. (Bu kademe, Allah'ın
kendilerinden yüz çevirme korkusuydu.) Çünkü; her geride kalan kademe, ikinciye nispetle Allah'a biraz uzaklıktır.
Daha sonra da, kaybettiği mevkiini bir daha elde edemiyeceği korkusu gelir. Bir gün İbrahim Ethem hazretleri bir seyahati sırasında dağın tepesinde bulunuyordu. O sırada şöyle bir şiir duydu:
"Senin her şeyin bağışlanır. Ancak bizden yüz çevirmen bağışlanmaz.
Kaybolanı biz, sana bağışladık. Bizden kaybolanı da, bizim vermediğimizi de sen bağışla."
Bunu duyan İbrahim Ethem'in vücudunu bir titreme aldı, bayılıp düştü.
Böyle yirmi dört saat baygın kaldı. Ayıldığı zaman yine o ses :
"Ey İbrahim, kul ol!" diye nida etti. Bunun üzerine İbrahim Ethem kulluk ve köleliği kabul ederek huzura kavuştuğunu söyler.
Bu korkudan sonra, sevenlerin kalbine, aşk ve şavktan mahrum kalıp, var olanla baş başa kalmak korkusu gelir. Eğer var olan ile yetinir ve bununla avunursa, bu bir geri dönme sayılır.
Sevginin bilmediği taraftan gelmes i gibi, kanaat ve var olanla yetinme de
bilmediği bir taraftan kendisine gelebilir. Bu değişikliklerin anlaşılması, gizli ve ilahi sebeplere dayanır. Hz. Allah, bir kuluna mekrettiği zaman, ona uğrayan tembelliğin sebebini ondan gizler. Ona ümit içinde olduğu zannını verir. Böylece o güzel bir sebebe dayanarak, gaflete dalar, nefsinin arzularına uyup yerinde sayar. İşte bütün bunlar, meleklerin kuvvetini teşkil eden ilim, akıl, zikre üstün gelen şeytanın ordusudur. Allah'ın sıfatlarından olan lütuf, rahmet ve hikmet gibi niteliklerin zuhuru sevgiyi tahrik ettiği gibi, O'nun yücelik, izzet ve kanaat gibi vasıfları da tembelliği
işaret eder.
Bundan sonra Allah'ı seven gönüllere değişiklik korkusu gelir. Allah korusun, bir bakarsın, Allah'ı severken bir başkasını sevmeye başlarsın.
İşte bu, Allah'ı sevenleri korkutan nedenlerin başında gelir. Böyle olanlara
Allah 'ın nefreti şiddetlidir. Tembellik bu makamın başlangıcı, yüz çevirmek de tembelliğin başlangıcı, gönlük iyiliklere karşı daralması, zikre devam etmekten bıkması, görevi olan duaları yerine getirmemesi, bu halin sebep ve başlangıçlarıdır. Aynı zamanda, bu sebeplerin görülmesi, sevgi makamından nefret makamına geçilmesinin bir delilidir. Bundan Allah'a sığınırız. Bunlardan korkmak ve devamlı olarak nefsini denetim altında tutmak ve son derece sakınmak, sevgideki sadakatin delilidir. Çünkü bir şeyi seven, kuşkusuz o şeyin (sevgilisinin) kaybolmasından korkar.
Ariflerden biris i diyor ki:
"Korku olmadan yalnız sevgi ile Allah 'a ibadet eden helak olur. Yalnız korku ile ibadet eden de, O'ndan uzaklaşır. Fakat hem sevgi, hem de korku ile Allah'a ibadet edeni Allah-ü Teala sever. Onu kendisine yaklaştırır, öğretir ve imkanları ona bahş eder."
Seven korkudan, korkan da sevgiden uzak olamaz. Fakat sevgisi korkusu üzerine üstün gelen için, sevgi makamında olduğu söylenir ve muhabbet edenlerden sayılır. Korku kusuru da sevgi sarhoşluğunu azaltır. Eğer sevgi tamamen üstün gelir ve marifet kendisini kuşatırsa, buna insanın gücü yetmez. Korku, bunu ortadan kaldırmaya sevkeder ve kalp üzerindeki tesirini azaltır.

Dervişlerden birisi, sıddıklardan birine:
"Allah'a bana marifetinden bir zerresini nasip etmesi için dua et." der.
Sıddık da dua eder. Allah (C.C.), sıddıkın duasını kabul buyurup dervişe marifetinden bir miktar nasip eder.
Derviş , bu ilahi marifet karşısında şaşkınlık ve hayretler içinde kalarak dağlara çıkar. Yedi gün böyle şaşkınlık ve hayret içinde kalır. Kendisinden hiç kimse bir şey faydalanamadığı gibi, kendi kendine de bir yarar sağlayamaz. Bunu gören sıddık, Allah'a:
"Ya Rab! Bu adam, senin verdiğin marifete güç getiremedi. Buna verdiğin marifetin derecesini biraz azalt da normale dönsün." diye duada bulundu .
Bunun üzerine Allah (C.C.) şöyle buyurdu:
"Ben bu adama marifetimin bir zerresinin yüz binde birini verdim. Çünkü o, benden marifet isteğinde bulundugu zaman, onun gibi daha yüzbin kişi de aynı anda benden marifet talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine ben, onların isteğini senin duana kadar geciktirdim. Sen bu adam için şefaatçi olduğun zaman, bunun hakkındaki şefaatini kabul ettiğim gibi, onların da isteklerini kabul ettim. Böylece marifetimin bir zerresini yüzbin kişi arasında taksim ettim. Yani bu adama verdiğim marifetimin bir zerresi değil, bir zerresinin yüzbinde biridir."
Hz. Allah 'ın böyle buyurması üzerine sıddık:
"Ey hakimlerin hakimi olan Rabbim! Buna verdiğin marifeti yine azalt ." dedi.
Allah (C.C.) da, bir zerrenin yüz binde birini on bine böldü. Bunun birini o adamda bıraktı. Böylece adamın korku, sevgi ve ümidi normale dönerek diğer arifler gibi oldu.
Belirttiğimiz bu marifet ve benzerleri ortaklaşa herkeste bulunması doğru olmadığı gibi, bu keşiflere ulaşan kimselerin bunları başkalarına açıklamaları da doğru olmaz. Hatta bu marifetlerde insanlar ortak olsa, herkes dünyadan yüz çevireceği için, dünya harap olurdu. Yani yaşam diye bir şey olmazdı. Yemek - içmek, ilim, konuşmak, bile son bulurdu. Artık yalnız kendileri ile meşgul olur, hayattan el çekerlerdi.
Fakat hayır işlerinde olduğu gibi, bize şer görünümünde olan işlerde de
Allah 'ın sır ve hikmetleri vardır. O'nun kudretinin sonu olmadığı gibi, hikmetinin de sonu yoktur.
Bu hikmetlerden biriside, sevgisini gizlemek, benlik davasından kaçınmak, sevgiliye saygı ve sırrını korumak için açıkça coşa gelmekten mümkün olduğu kadar sakınmaktır. Çünkü sevgi, sevenin sırlarından bir sırdır.
Bunun için, onu açıklamaz. Çünkü açıklamaktan sınırı aşma tehlikesi vardır.
Bu da kişiyi ahirette ikaba, dünyada ise çeşitli dertlere maruz bırakabilir.
Evet , sevginin kendine mahsus bir sarhoşluğu ve hayranlığı olur. Bu
nedenle insan, kendine hakim olamadığından durumu değişir ve sevgisi
meydana çıkar. Eğer burada kendisinin yapmacık bir hareketi yoksa,
mazurdur.
Bazen sevgisi o dereceye yükselir ki, aşk ateşi ile yanıp tutuşmaya başlar.
Öyle ki, onu söndürüp önlemeye gücü yetmez.

Ariflerden biris i diyor ki:
"Allah'a en çok işaret edenler, Allah'tan en çok uzak olanlardır."
Bu sözü ile yapmacık hareketlerle Allah'ı çok anan ve iman yolu ile O'ndan
dem vuranlar, gerçek sevilenler ve âlimler yanında değersiz kimseler olduklarını anlatmak istemiştir. eğer sevginin makamların sonu olduğunu ve onu açıklamanın bir iyiliği açıklamak olduğunu, bunu açıklamamanın ise doğru olmadığını söylersen,
şunu bilmeni isterim ki; sevgi makbul bir makam olduğuna göre, onu
açıklamak da makbuldür. Ancak makbul olmayan, gösteriş için onu duyurmak maks adıyla yapılan açıklamadır. Çünkü buna yasak olan benlik ve böbürlenmek davası karışır.
Sevenin görevi iş ve halini gizli olan sevgilisine sözle açıklamak değil,
uydurmaktır. Sevgisi kendiliğinden açığa çıkabilir, fakat kendisi sevgisini açıklamaya veya bunu açıklayacak herhangi bir harekette bulunmaz. Yalnız sevgilisinin onu sevdiğini bilmesiyle yetinir. Başkalarının da bu sevgiyi bilmesini arzu etmesi ise, sevgiye ortaklıktır. Söz ve iş ile sevgiyi açıklamak çirkindir. Ancak sevgi sarhoşlu ğu üstün gelip vücudu titretip dili söylettiği zaman, sahibi mazur sayılabilir.
Seven kimse, meleklerin devamlı sevgi ve hasretlerini, gece gündüz Allah'ı tesbih edip, bundan yorulmadıklarını, asla isyan etmeyip emrolunduklarını yerine get irdiklerini bilen ariflerden ise, artık kendi sevgisini ortaya koymaktan utanır ve bunların yanında kendi sevgisinin bir hiç olduğunu kesin olarak bilir.
Sevgi ve keşif erbabından biri diyor ki:
"Otuz yıl bütün varlığım ve kalbimle Allah'a ibadet ettim. Allah katında bir mevki sahibi olduğumu sandım."
Muhabbet ve keşif erbabından olan bu zat böyle dedikten sonra uzun uzadıya bazı keşiflerden bahsetti. Sonra da devamla dedi ki:
"Meleklerden bir topluluğa rastladım. Onlara kimler olduklarını sordum.
Onlar da: Biz Allah'ı sevenlerdeniz. Üçyüz bin yıldır burada Allah'a ibadet eder dururuz. Bu müddet içinde başkasını anmadığımız gibi, hatırımıza Allah'tan başkası da gelmemiş tir, dediler. Onların bu hallerini görünce ben kendi amelimden ister istemez utandım. Ve otuz yıl yaptığım ibadeti o anda azap gören mü'minlerin ru hlarına hibe ettim."

Demek ki, kendini bilip Allah'tan gereği gibi utanan bir kimse, artık benlik davasından kurtulmuş olur. Allah'ı bütün benliğiyle seven kimsenin tutum ve davranışları sevgisini kolayca belli eder.

Cüneyd hazretleri diyor ki:
"Bir gün talebelerimden biri gelip: "Hocam Sırrı rahatsızlandı. Derdinin devasını bulamadık. Bize bir doktor tavsiye ettiler. İdrarını bir çanak içine koyarak o doktora götürdük. Doktor bir müddet idrara baktıktan sonra: "Bu aşık olan birisinin idrarına benziyor." dedi. Ben bu aşk kelimesini işitince kendimden geçip, bir ah çekerek yere düştüm. Elimdeki çanak düşerek kırıldı. Bunun üzerine ben Sırrı hocaya dönüp kendisine durumu anlattım.
Bu anlattıklarıma hocam: "Vay ölesi, nasıl anladı benim aşık olduğumu?"
dedi. Bunun üzerine ben: "Hocam, sevgi idrarda da belli eder mi?" diye
sorduğumda bana: "Evet idrarda da belli eder. Hatta derimi kemiklerim
üzerinde kurutan ve cismimi yaralayan da O'nun sevgisidir diyebilirim
sana." dedi ve bunu der demez de hemen düşüp bayıldı."

İşte bütün bunlar, Allah'a olan sevginin birer belirtisidir.
Allah sevgisinin alametlerinden biride, ünsiyet ve rızadır. Özet olarak din ve ahlak güzelliklerinin tümünün, sevginin alametleri olduğunu söyleyebiliriz. Bunların dışında kalanlar nefsin arzularına uyulan kötü huylardır.

Gerçekten, insanların bazıları nefislerinin arzularına ve şeytanın isteklerine boyun eğdikleri halde, yine Allah'ı sevdiklerini sanırlar. Şeytanı seven kimsenin Allah 'ı sevmesi elbette düşünülemez. Böyle kimseler, kendi kendilerini aldatmış kimselerdir. Bunlar Allah 'ı sevmenin alamet lerini kaybeden, ya da riyakarlık olarak bunlara bürünen, böylece kendi dünyalık çıkarları peşinde koşan münafık kimselerdir. Bunlar, olduklarının aksine görünürler. Kötü âlimler ve amelsiz hafızlar gibi.
İşte dünyada Allah'ın nefret edip düşman olduğu kimseler bunlardır.

Sehl, konuştuğu her kişiye dost diye seslenirdi. Ona: "Böyle her gördüğüne dost diye sesleniyorsun ama, sandığın gibi dost da olmayabilir." diyen bir adamın kulağına eğilerek: "Bu adam ya mü'mindir, ya da münafık. Eğer mü'minse Allah'ın dostu, münafık ise şeytanın dostudur." dedi.

Kaynak : Kimya-i Saadet – İmam-ı Gazali

11 Ekim 2014 Cumartesi

"Evlerinizde (nâfile) namaz kılınız. Evlerinizi (namaz kılmayı terk ederek) kabirlere çevirmeyiniz." (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ebû Hanîfe)

 
BİR KISIM DİNİ TABİRLER
 
Ef'âl-i mükellefin: Mükellef; akıllı ve bâliğ; ergen insanların yaptıkları işlerdir ki: Farz, vacip, sünnet, müstehap, helal, mübah, mekruh, haram, sahih, fasit, batıl gibi kısımlara ayrılır. Farz: Yapılması dinde kat'î sûrette emrolunan her hangi bir vazifedir. Farz-ı ayın ve farz-ı kifâye kısımlarına da ayrılır. Farz-ı ayın: Mükelleflerden her birinin yapması lazım gelen farzdır. Beş vakitteki namazlar gibi.
Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bazılarının yapmaları ile diğerlerinden sakıt olan, yani, onlar için yapmak mecburiyeti kalmayan farzdır. Cenaze namazı gibi.
NAMAZ KILMAK MEKRUH OLAN VAKİTLER
• Güneşin doğmasından 40-50* dakika sonrasına kadar.
• Güneş tam tepede iken yani öğle vaktinden evvelki 15-20* dakika,
• Güneş batarken, akşam namazından evvelki 40-50* dakika farz ve vâcib olan namazlar kılınmaz. Ancak o günün ikindi namazı kılınmamış ise güneş batarken kılınması sahîhdir.
Bu üç vaktin dışında hazırlanan cenazenin namazı da bu üç vakitte sahîh olmaz.
Bu üç vaktin haricinde okunan secde âyetinin secdesi de bu üç vakitte edâ edilmez.
Bu üç vakitde ve bundan başka:
• Sabah namazının vaktinde,
• İkindinin farzından sonra güneş batıncaya kadar ve güneş battıktan sonra akşamın farzını kılmadan önce nafile kılmak tahrîmen mekrûhdur.
Bu vakitlerde nafile namaza başlamış olsa mekrûh olmakla birlikte edası caizdir. Ancak kerahetten kurtulmak için namazı kesip kerahetin olmadığı vakitte kaza etmelidir. (Dürri yekta)
• Bu müddet Türkiye için geçerlidir.
İSİMLERİMİZ: Erkek: Abdullah, Kız: Fazilet
 
11 EKİM 2014 Cumartesi Fazilet Takvimi